9 Ekim 2011 Pazar

Küçük Çocuğun Anlattığı







Rüya içinde rüya. İlk kez değil rüyama girişin. O yüzden artık hazırlıklıyım. Benimle konuşmamana, beni suçlamana ve benden kaçmana alıştım rüyalarda. Bu sefer de öyle oldu. Beni görür görmez boynunu kırarcasına kafanı çevirdin. Hazırlıklı olmama rağmen yine hem çok heyecanlandım hem de kendimi kötü hissettim.  Çok mu üzdüm seni? Hiç affedilmeyecek miyim? Hayır, buna inanmıyorum. Benimle konuşmamak için haklı nedenlerin vardır elbet. Neyse kafanı çevirdin ve yürümeye devam ettin. Ben arkandan bakarken sana, sırtında kırmızılıklar fark ettim. Dikkatli baktığımda ise derin çizikler gördüm, ateşli bir aşığın izi olmayacak kadar vahşiydiler. Yüzünde acıdan iz yoktu ama. Kimin bıraktığı izler onlar, senin mi yoksa?

 Senin peşinden değil ama senin gittiğin yere doğru yürüdüm. Sonra durdurdular beni. Çok tatlı bir çift, pusetteki bebeklerinin benimle konuşmak istediğini söyledi. Rüyada ne kadar şaşırılırsa o kadar şaşırdım. Küçücük çocuk benimle konuşmaya başladı. Adını söyledi, yaşını söyledi. Ben de ona sorular sorarken sen geldin, durdun. Bizi izliyordun. Gözlerim sana takılıyordu farkına varmadan. Sonra biz çocukla sohbeti koyulaştırdıkça sen de başladın insanlara bir şeyler anlatmaya. Sessiz kalmaya dayanamadın, yakaladığına anlatıyordun, kafasını çeviren olursa hemen bir başkasını buluyordun. Ben seni dinlemeye çalışıyordum ancak çocuk beni o kadar meşgul ediyordu ki ne anlattığını takip edemiyordum. İyi bir dinleyici olduğum için seni anlayamamak rahatsızlık vermeye başladı. Ancak çocuğu da bırakamadım.

 Sonra sıkılıp gittin sen. Çocukla konuşmam bitince, içimden bir ses peşinden gitmemi söyledi. Bir süre kararsız kaldım. Sonra bazı insanların yaptığı gibi bir işe girişmeden önce bir sigara yaktım. Ve arkandan koşmaya başladım.

Kalabalıklar içinde karşına dikilince, şaşırmadın ve bana gülümsedin. Bir rüyada ne kadar şaşırılırsa ondan daha fazla şaşırdım. Yıllardır bana bakıp gülümsediğini görmemiştim, neredeyse unutmuşum. Ne kadar bulaşıcıymış senin o sıcak gülümsemen. Sonra çapkınca “Şu demin anlattığın tarifi bir daha alabilir miyim?” dedim. Gülümsedin. Söylememiştim değil mi demin insanlara bir yemek tarifi anlatmak için çırpındığını. Garip geliyor ama aslında değil. Belki sen bilmiyorsun ama ben şimdi çok güzel yemekler yapıyorum. Bir yemek tarifinden daha masum bir bahane olamaz zaten.

 Tam karşıma geçip sağ elini sol omzuma sol elini sağ omzuma koydun. Gözlerimin içine bakarak “tatlı adamsın vesselam” dedin. Görmeyeli boyun bir karış daha uzamış. Kafamı kaldırıp, “artık birbirimizi gördüğümüz zaman selam verelim. Ben seni merak ediyorum ara sıra nasıl olduğunu öğreneyim” dedim.

Sonrası işte orası biraz uzadı, di’li geçmiş zamandan şimdiki zamana. Kafanı sallıyorsun sağ elini sol omzuma atıyorsun, iki eski dost, hayatın katı gerçekleriyle tanışmaya başlamadan hemen önceki iki dost gibi, yürüyoruz. Ne ben sana sırtındaki çizikleri soruyorum, ne sen benim göbeğimden bahsediyorsun.

Rüya içinde rüya gerçeğe yaklaşmaktır
                                                   Sigmund Freud

8 Mart 2011 Salı

Tahta Valizin Issız İçi

Bir tren garında yüzsüz ve yüksüz
Tahta bir valiz
Efendisini bekler

Sivri topuklar deler
Keskin gülüşler
Bir de gerçek küçük çocuklar
Issız içini

Kapanmaz parantezler doldurur
Tersyüz zaman göstericiler
Bir de beyaz sarı dumanlar
Issız içini

Gezgin karıncalar kurcalar
Şekilsiz boşluklar
Bir de şişman soru işaretleri
Issız içini

Uzamamış saçlar sarmalar
Otomatik çakmaklar
Bir de eskiyen birkaç kişi
Issız içini

Sovyet radyosu ısıtır
Çeyrek matara biberli votka
Bir de çıplak fotoğraflar
Issız içini

Çürümüş göz bebekleri  bulandırır
Kanı kurumuş falçatalar
Bir de inanarak söylenmiş yalanlar
Issız içini

Çingene kahkahaları ayaklandırır
On beşinde kafayı delen kurşunlar
Bir de rozetli parlak üniformalar
Issız içini

Ve efendisi
Ne anarşist tahta valizi
Bulabilir
Ne ıssız içini

12 Şubat 2011 Cumartesi

Bir pantolon, bir düş ve henüz yapılmamış bir heykel

Geleceği ile yüzleşmek için yola çıkmıştı. Onun yerine futurizm ile yüzleşeceğini kesinlikle tahmin edemezdi. Soğuk ve şehirdışı bir sahildi. Bir şey bulmuştu. Belki bir cevap. Ama soruyu hatırlayamadı. Yok olmadı. İnanılmaz gibi geliyor ama olmadı. Soracağı soruyu hatırlayamadı. Bir çingene şarkısı mıydı? Neydi? Kulaklar mı yoksa salt dudaklar mıydı? Neydi? Hatırlayamadı. 


Lili: Sen ki Yesenin’e gücendin bitirdi kendi şiirini diye

Şimdi tutmuş benim bitmemiş şiirlerimi Lili Brik’e verin demişsin

Hem bitirmişsin şiirini hem de mutlusun ama istiyorsun ki bitmemiş olan da bitsin...


Tomas: Bu şairler erken emekli oluyorlar hayattan. Bir tanesi vardı en güzel şiirini yazdı 22'sinde bir de ölmeden önce yazmıştı bir tane şiir mi vasiyet mi neydi? Sonra ondan etkilenen bir çocuk vardı mavi gözlüydü, kimine göre devdi.Sürgünlere gitti.Uyarına gelirse bir de çınar demişti taş maş da istememişti. İşte o bir kere demişti ki “Sevdim bütün kadınlarımı, aldattım da”. Sonra bir Alman ozanı vardı o da çapkınmış. Benden duymuş olmayın ama bir kere karısı demiş, gazeteler de yazmışlar beyaz üzerine simsiyah”Brecht sadıktı, ama tüm kadınlara...” 

Ben mi? Beni bilemediniz mi? Tomas ben. O dayanılmaz hafifliğin peşinde koşan. “Einmal ist keinmal” deyiminden doğan Tomas. Roman kahramanları gerçek insanlar gibi anneden doğmazlar. Bir söz ya da bir “düşün”cenin itici gücünden doğarlar. Bir de Nietzche’nin ebedi dönüş düşüncesi şaşırtmıştır herkesi.Düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelemenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor. İşte bu nedenden dolayı kafamı bu kadar kurcalıyor bu hafiflik ve ağırlık mevzuları. Çok düşününce kızar bazıları. 


Mayakovski de onlara kızmış bir keresinde ve demiş ki

”Düşünceniz
Sünepe beyninizde yatar ya miskin miskin
Yağ bağlamış bir uşak yatar gibi pis bir yatakta
Çileden çıkararak kanlı paçavralarıyla yüreğimin
Alaya alacağım onu, hınzır ve hayta”

Bu kadar dinlemeniz bile beni, inceliğinizi gösteriyor ne yazık ki gitmeliyim. Bekliyorlar beni arkadaşlarım. Tereza,Sabina, Vladimir ve Lili.

Yok canım. Tomas da gitti. E napsın çocuk da? Yürüsün biraz. Sonra bir Heykel bulsun düşerken. Düş erken. Düşe yazar. Düşerkalkar düşerdüşmez.Düşe kalır.Düşer-yazarlığı da var madem. Düşün düşün.Yok siz kalkın bu benim düşüm.Düşüm içinde düşüm. Gerçeğe yaklaşmam imkansız.İmkansız gerçek olan. Çelişkili olsun diye değil. Vallahi değil. Gerçek imkansızdır. Şimdi burdaysam ve bu gerçekse başka yerde olmam imkansızdır. O yüzden gerçek imkansızdır.Düşer-gezer olsun bu çocuk da . Düşer-gezerken düşerayak bir heykele tutunsun düşünde düşünmeden.

Çocuk düşerken bir heykele tutunur. Henüz yapılmamış ve bu yüzden imkansız olmayan bir heykele. Bembeyazdır heykel. Genişçe bir pantolondur askılı.Ve içi bulut dolu. Köpük gibi süt gibi taşmış bulutlar pantolondan dışarı.Hani demin Tomas’ın bahsettiği Vladimir var ya. İşte onun bahsettiği bir kendi var. “Bozguna uğratarak dünyayı sesimin gücüyle yürüyorum yakışıklı 22 yaşında” işte sonrasında devam ediyor anlatmaya dünyaya başkaldırısını nasıl yaptığını. Bir çingene şarkısı gibi yaşadığını anlatıyor bir mektubunda; gündüzleri çamurlarda yuvarlanıp, geceleri kulakları yalıyor fısıltılarıyla. Heykele özünü veren fikrini son dörtlükten önce paylaşır bizle :

“İster misiniz
Ten kudurtsun beni,
-ve gök gibi renk değiştirerek ansızın-
İster misiniz
Öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine
Hani,erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!”

İşte sözkonusu düş bu. Düşün düşün bu düşün içinden çıkamadım.Düşdüm.Düştüm.Düşerken diyorum işte düşünmeden tutunayım bu düş heykeline.Süt gibi köpürmüş taşan bulutlar pantolondan. 
-Hey bayım. Burada, pantolonla ilgili bir hikayesi olan hani o ütü yapan İrlandalı var ya,burada...Yıllarca gelmeyecek olan Godot’u kahramanlarına bekleten. Sonunda tek nefesle özetleyen o ebedi döngümüzü.

Samuel: Her seferinde daha kötü anlatıyorum bu hikayeyi. Olsun. Bir İngiliz terziye gitmiş kendisine bir pantolon diktirmek için. Terzi bir hafta sonra gelin alın demiş. İngiliz gelmiş bir hafta sonra. Terzi umursamaz pantolon bitti ama paçalarını biraz geniş yapmışım, bir hafta sonra gelin alın. Bir hafta daha geçmiş İngiliz gitmiş pantolonu almaya, terzi umursamaz belini bozdum biraz paçaları yaparken iki hafta sonra gelin demiş. İki hafta daha geçer. İngiliz hışımla dükkana girer ve sorar terziye:”Tanrı bile dinyayı altı günde yarattı sen bir pantolonu bir ayda yapamadın!” Terzi eline almış pantolonu şöyle bir titretmiş bileklerinin üstünde: “Ama bayım bir şu pantolona bakın, bir de dünyanın haline”

Dünya gerçektir burada pantolon ise düş. Ve size söylüyorum başlangıçla son arasına sıkışmışsınız. Dünyadasınız işte ve bunun bir çaresi yok.

Samuel de gitti. Kaldık mı biz bir pantolon bir düş bir de henüz yapılmamış bir heykelle.Düşünelim bakalım ne yapılır bunlarla. Bir kere şiir yazmak için her zaman bir parça bulut gerekir. Fikri bile inanılmaz geliyor henüz yapılmamış bir heykelin. Peki ya pantolon, bunlar sanırım bir oyundan düşmüşler düşümüze.Bir şiirden düşmüşler düşümüze.Bir görüntüden düşmüşler düşümüze.Hepsi de düşmüşler, “düş”müşler.
Ve bir zaman ,hesap vereceğim zaman birilerine; biliyorum bana soracaklar: “Düşlerini ne zaman kaybettin çocuk?”

Cevabım asla “22 yaşında” olmayacak.

3 Şubat 2011 Perşembe

Bizimkisi

Durağan defterdarlık bizimkisi,
Keyfi dudağında bir ıslık.

Hevesler birikmiş kursağında,
Soğukkanlı büyümek belki de.

Şapkayı ters giymek canı çekince,
Yahut rakı içmek yaşı gelince.

Zamansız mükelleflik bizimkisi,
Hayatın birikmiş vergilerine.

Gecikmiş borçlar gibi,
Faizi ödeniyor yalnız, kendisi duruyor.

Gündeliğin kör ettiği gözlerle,
Tüme-varmak yokuş aşağı
belki siyah mizahi.

Sivil kimlik tedirginliği bizimkisi,
Kayıp sokak gezmelerinde.

İnce iplik sızısı,
İğnenin içinde.

Terzi siniri bizimkisi,
hep çıraktan çıkan.

Kitle kavgası belki,
Haklısı haksızı karışan.

Evcilleşen hayallerimiz belki de,
Son zarlar düşeş gelse...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Oradaki İnsanlar


Dinleyin bayım,size anlatacaklarım var, bayan size de
Perdelerini görünmemek için kapatır bazıları
Hayır, bahsedeceğim insanlar perdelerini bu çirkin sokakları görmemek için kapatırlar.

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Sabahları geç kalkmazlar
Küçük işler büyür
Çay içerler çok
Şekerli hem de
Çay başına iki sigara düşer
Seremoni pek değişmez
Çay kaşıkları da
Bardaklar döner belki
Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Hayatı çok severler
Belki bu yüzden yaşamazlar
Eskiden yaşamışlardır
Şimdi gün geçirirler
Hayıflanmazlar çok
Ama hatırlarlar
İnsanların kibar, etrafın bu kadar kalabalık olmadığı zamanları

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Şiir severler, müzik de
Bilirler hem Alain Delon’un saçlarını
Gündüz Güzeli’ni Catherine Deneuve’ün
Bilirler tabii Sartre’ın “İş İşten Geçti”sini
“Varoluşçuluk vardı onların zamanında”
Dururlar naif ve kabullenmiş
Ama vardır hala ne olduğunu bilmedikleri bir umutları
Ve hayatın koparamadığı bağları

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Çok yemezler, seçerler
Bilirler mutfağın alafrangasını
Hatırlarlar ama yemezler

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Sıkılırlar, neşelerini kaybederler
Emekli olmak isterler hayattan
Daha yirmiyedisini geçmeden
Canlıdırlar oysa, hayat dolu
Ama solmuşlardır, tökezlemiş
Sıkılmış, sıkıştırılmış
Film severler çok
Artistleri sayar dökerler bir bir
Hayran olurlar
Anlarlar sanki dünyayı biraz daha
Anladıkça kırılırlar
Kırıldıkça anlarlar
Anlamsızlık kırılır, anlamlara açılır
Yok yok karışık değildir bayım, apaçaktır
Gençlikleri, ilkgençlikleri gibi hızla törpülenir
Kendini sağlama almayla serserilik arasında
Limon gibi sıkılmaktadırlar
Mücadele etmekle dayanmak aynı şey midir?
Kendilerine sorarlar bayım, bayan size de
Bir de bakarlar renklere, seslere
İnsanlara bir de, yaşamlara

Seyirci olarak katılmayı yeğlerler çoğunlukla
Kısa da olsa rolleri, sahneye çıkışları
Altını çize çize oynarlar

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Başka bir dünya, başka bir gerçeklik özlerler
Bütün günlük dertleri unutup, başkası olurlar
Uğraşırlar, didinirler, başka kıyafetler giyerler

Konuşurlar sonra
Uzun uzun susarlar
Yabancılaşırlar
Anlamsızlıklarda kaybolurlar

Unutmaya çalışırlar bayım, bayan siz de
Unutmaya bugünü
Hatırlamaya çalışırlar
Geçmişleri ve gelecekleri
Bir kitap arasında kurutulmuş yapraklara rastlarlar
Okurlar yaprağı da
Umutlanırlar, hissederler
Yaşarlar öyküleri
Korumaya çalışırlar neşelerini
Komiktirler kara
Alaya alırlar kendilerini de

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Hatırlamaya çalışırlar insanlıklarını
Birbirlerine tutunurlar yalnız kalarak
Olsalar olmaz, olmasalar eksik
Beklerler günlerin geçmesini
Havaların düzelmesini
Melankolinin suçunu havaya yüklerler
Öykülere anlamlar yüklerler
Tüy kadar hafif olmayı özlerler

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Herşeylerini yitirmiş uzaklara bakan gözleri, görürler
Herkesin göremediğini görenleri, görürler
İnsan selleri arasından akarlar
Ürkek, sularını çekmeye hazır
Merakla bakar, istemsiz dinlerler
Sorular ve cevaplar duyarlar
Cevaplar ve sorular
Susarlar bayım, gülümseyerek susarlar
Burkulur içleri nedensiz, farkına varırlar
Yorgunları hiç kaçırmazlar gözden
Bir de uyuklayanları sonra
Gidenleri ve dönenleri görürler
Gitti mi kalmazları iyi bilirler
Döndü mü gidecekleri bir de
Bu kadar nefes başlarını döndürür
Sizinkini de belki bayım, bayan sizi de
Sormayın ne olursunuz bayım, bayan siz de
Neden, ne diye?
Anlamak güçtür bayım, bayan siz de
Bir dertleri vardır kendileri de bilmez
İsimleşmez, cisimleşmez
Ağlarlar belki tarihe, bugüne
İnsanlığın hayalkırıklıklarını biriktirirler
Yüzlerine vururlar umutsuzluklarını, soyutluklarını
Ama yine de kendileri de bilmezler

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Hassaslıkları ile törpülenirler
Alçakgönüllülükle övünürler
Suskunlukla müzik arasında
Bir yerinden hayatı hissederler
Bildiğimiz, düz hayat işte
Ne olmuşsa olmuş bir hayat işte

Hayır bayım kızmazlar kimseye, bayan kimseye
Geniş bir zaman özlerler, içine müzik konulacak
Pia’nın gözlerine Ay’ın haresini koyacak

Oradaki insanlar bayım, bayan siz de
Kayboluyorlar. Yollar boş kalıyor.Kayboluyorlar
Bulunuyorlar.Kayboluyorlar.Bulunuyorlar
Oradaki insanlar

12 Ocak 2011 Çarşamba

Ben Kimim Sorusuyum



Buzlu tren raylarında
İptal edilmiş bir seferin yolcusuyum.

Somurtkan kara mizahın
İncecik vurgusuyum.

Hem çakmaksız hem sigarasız bir adamın
Aklındaki korkusuyum.

Hapishaneden düşünde kaçan bir müebbetin
Nerede olduğu bilinmez uykusuyum.

Karamsar ve ketum bir şairin
İşe yaramaz kurgusuyum.

Ruh çığlıkları ile dolu bir fırında
Henüz pişmiş bir ekmeğin buğusuyum.

Terzilerden dayak yemiş aylak bir ruhun
Tramvaylarda kaybolmuş tortusuyum.

Okudukça cahilleşen entelektüelin 
Kendinden utandıran coşkusuyum.

Işıldayan gözlerini arayan bir çocuğun
Güngeçtikçe koyulaşan kuşkusuyum. 

23 Aralık 2010 Perşembe

değiş-tokuş ya da terk-ediş

Telefonun alarmı çalmaya başlar başlamaz telaşla sıçradı yatağından. Banyoya koştu sıcak suyla bolca yıkamak için yüzünü. Çünkü daha birkaç saniye önce rüya görüyordu şimdi hatırlamasa da. Kendini korkmuş ve telaşlı hissettiğine göre pek de hayıra yorulacak bir rüya değildi. Dişlerini fırçalarken hep nedense gelecek hakkında düşünürdü. Sonra da düşüncelerinin hepsinin yüzüne tükürerek çalkaladı ağzını. Umursamamayı öğrenmiş sayılırdı.

Kimseye haber vermemişti gideceğini. O güne birçok insanla sözleşmişti. Farklı arkadaşlarla öğlen yemekleri ve akşam yemekleri yenilecek, kimisiyle içmeye gidilecek, kimisiyle tünelde çay içilecek. Sanki herkese haber vermeden gittiğini anlasınlar istiyordu. Ben gittim demek içindi bu kadar randevu. Bütün arkadaşlar onu aradılar. Ama aradıkları kişiye o an ulaşılamıyordu eğer mesaj bırakmak isterlerse...İstemediler. Diyecek bir şey yoktu ya da tam şimdi söylenmemeliydi.

Defterlerini aldı yanına. Birkaç parça giysi, işte o kadar. Anahtarını almadı yanına. Ayakkabılarını giydikten sonra sessizce açtı kapıyı, usulca çıktı. İçinden kapıyı hırsla çarpıp koşmak geliyorduysa da o hafifçe kapattı kapıyı. Ritmik bir şekilde merdivenlerden inmeye başladı. Geride bıraktığı her şeyi son defa gördüğünü biliyordu. Çünkü terkediyordu orayı.
Binanın dışına çıktığında hafiflediğini hissetti.

Bu eve dair yaşanmışlıkların hepsini unuttu.

Binanın kapısından adımını atar atmaz unuttu.

Kutulara koyup kaldırdığı anılarını, Bukowski şiirlerinin yanına astığı kendi mazeretlerini, unuttu.

Camlardan kustuğu öfkesini ve yorgan altlarına sakladığı korkularını unuttu.

Zaman zaman kurtulduğu bir kafesi unuttu mesela hem de kendi isteği ile kendini hapsettiği.

Işıkları ve kırık viski şişelerini unuttu sonra.

Ne çok unutuyordu.

Unuttuğunu bilmek güzeldi.

En güzelini unuttu sonra.

Sırtındaki tırnak izlerini unuttu bir de.

Titrek şaraplarla yapılan dansları da unuttu.

Giyilip çıkarılan şapkaların istisnasız hepsiyle,

çekilmiş fotoğraflarını da unuttu.

Karalanıp karalanıp bırakılmış sayfaları da unuttu.

Can simidi gibi sarıldığı romanları da unuttu.

Herkesin bildiklerini unuttu.

Kendi bilmediklerini de unuttu.

Başkalarının anılarını da unuttu, kendi hesabına.

Geçmişe dair bağlarını yapıştıkları yerden keserek kopardı.

Kestiği yerde kalan tortuları kazıdı.

Islak ve alkollü bir bezle sildi.

Şimdi yenilenmişti işte.

Ürktüğü ama farkında olmadan da ilerlediği bir yola doğru gidiyordu.

İnsanların daha bir içine mi karışıyordu ya da kendini onlardan soyutluyor muydu?

Bu garip bir soruydu.
Durdu ve geriye doğru baktı.

Birden geldiği yoldan geri sadece karanlık gördü.

O kapıdan çıkarken evi aydınlatan ışıklar karardı.

Sonra kapı karardı. Indikçe ardındaki merdivenler karardı.

Son kez gördüğünü bilerek bakıyordu gözleri.

‘’Bu özgürlük şarkılarını söylememize eşlik etmeyecek misin yoksa?’’ diye soran rastalı adam karardı.

Sonra piyano ve keman sesleri karardı.

Çocuk çığlıkları ve güvercinler karardı.

Kumarhaneler ve kavgalar karardı.

Dış kapının içindeki herşey karardı sonra.

Bir dış kapı kaldı.

Biraz uzaklaşınca dış kapı da karardı. Bir bina karardı. Artık yoktu.

İlerledi yolda. Kar başladı. Bütün karanlıkları kar yutmaya başladı. İşte o zaman belleğinden geriye kalan son iz olan o büyük karanlık, kar altında kalarak, geri gelmemek üzere gitmişti. Bembeyaz karın ortasında hiç kimsenin yakın olmadığı hiçbir şeyin canlı olmadığı bir kar çölünde durdu ve bekledi.

Kırmızı kiremitli masal evlerinin, yılbaşı süslerinin karla kaplandığı bir kuzey coğrafyasında başka birisi daha gidiyormuş kimselere haber vermeden. Sabah erkenden kalkmış. Yüzünü sıcak suyla yıkamış. Sonra aynaya hohlamış. Sonra koluyla silmiş ve gözlerine bakmış. Boş. Birkaç parça giysisi beresi atkısı ve deri eldivenleriyle hazırmış. Çantasını alıp çıkmış. Ne gidilecek bir yol ne uğruna ölünecek bir kadın varmış.

Ağzında bir ince sigara olan kovboyların ülkesine mi gitseydi acaba?

Yoksa sakin bir sahil kasabasında balık mı tutsaydı?

İsteyip de gidemediği bir ülkeye mi gitseydi yoksa istemeyip de gideceği bir ülkeye mi dönseydi?

En beklenmediği ise haymatlos olmaktı.

Herhangi bir coğrafyanın vatandaşı değil. Vatansız.

Bağsız.

Başına buyruk kelimesi kadar da küstah. Suratsız.

Ama çağıran bir şeyler var onu dünyanın başkentinde belki de.

Tarrakası meşhur hani.

Bu kadar seçenek kafasını karıştırdı. Sonra iki çok pencereli apartman arasındaki geniş yolda yürümeye başladı. Bütün camlar perdesizdi yolun iki tarafında da. İnsanlar ise tam o anda hayatlarının en önemli anlarını yaşıyorlardı. O ise hangi cama baksa bir yaşanmışlık giriyordu aklına.
Beşinci katın camından on yıllık bir pişmanlık süzüldü,

Geldi dördüncü kattaki küçük kızın yalnızlığına karıştı.

Üçüncü kattaki adamın çelişkisiyle, kadının serzenişi pişmanlıkla yalnızlığa katıldı.

İkinci kattan yılların alışkanlığı yuvarlandı kopmayan bağlarla birlikte,

Bir de alkollüyken yapılmış bir araba kazasının anısı yuvarlandı dışarıya.


Birinci katın camından bakınca, bomboş bir oda

Upuzun bir masa ve sigara içen bir kadın masada

Yerlerde akıntıya kapılmış giden küller sularda

En eğilip bükülen kelimelerden yapılmış bir avize tavanda

Kitaplar hep kemirilmiş masanın altında uzanmakta

Bunların hepsini hiç yaşamamış olmasına rağmen hepsi kendininmişçesine kaydetmişti gözleri. Pencereler bitince yolun sonu kararmaya başladı. Yürüdükçe arkası aydınlanıyor önündeki karanlık ise koyulaşıyordu. Ötesine geçmemesi gereken yeri çoktan geride bıraktığını biliyordu. Geri dönmeyecekti. İlerledi. Karanlıkta nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Yürüdükçe sakinleşti. Yavaşladı. Kar yağmaya başladı.

Kar çölünde bekleyen adam ile camların arasından geçen adam birbirlerini henüz görmemişlerdi ama birazdan karşılaşacaklardı. Herkes bir Borges hikayesi yazardı.

Birisi kendi belleğinden kurtulmuş kimliksizken diğeri ise başkalarının hayatlarını yaşıyordu. İkisi de kimseye haber vermeden bir anda geri dönmemecesine gitmişlerdi. Çünkü ne gidilecek bir yol ne uğruna ölünecek bir kadın vardı. İkisi bir kar çölünde karşılaştılar. Birbirleri ile valizlerini değiştirdiler. Belleğini karartmış ve karanlığını da karla yok etmiş adam, kimliksizliğini çıkarıp verdi başkalarının hayatını yaşayan adama. Başkalarının hayatını yaşayan adam da çıkarıp başkalarının anılarını ve hayatlarını verdi ona. Değiş tokuş tamamdı. Artık geldiklerı yere geri dönemezlerdi.

Kar çölünde bekleyen adam: Senin geldiğin yere gitsem?

Camların arasından geçen adam: Perdeleri açık kendileri kapalı. Gitme.

Peki ya senin geldiğin yere ben gitsem?

Kar çölünde bekleyen adam: Tarrakası meşhur. Taşı taş toprağı toprak. Gitme.

Ne geri dönebildi ikisi de ne birbirlerinin geldiği yere gittiler.

Dört yön vardı hala.

İkisi işe yaramaz durumda.

İki yeni yol hala var ama.

İkisi zıt ama yeni yönlerde yürümeye başladılar.

İkisi de hem haber vermeden gitmişlerdi hem de kimliklerini değiştirip
karda iz bırakmadan kaybolmuşlardı.

İkisi de sabah evden ekmek almaya çıkıyorum bile diyecek kimseyi
bulamadan aniden gitmişlerdi.

Şimdi yürürken görmüşler ikisini de.

Boş bir yolun ortasında yürüyorlarmış.

Konuşmadan hızlı hızlı yürüyorlarmış.

Bir rüyanın unutulmasıymış aslında bütün olanlar.

Birkaç dizeyle de hepsini anlatabilecek adamlar varmış

Bu onlardan değilmiş.