31 Ekim 2010 Pazar

PENCERE

                                               

-Kendimi bu sistemin içerisinde bir hamamböceği gibi hissediyorum. Elimden gelenin en iyisi daha uzun hayatta kalmak. Buradan kurtulup başka bir hayat sürmek ne kadar  mümkün? Cesaret mi gerekir? Yoksa cehalet mi? Neyi istediğini bilmek mi?

Öylece, bu soruları soran adama dikili kaldı Budist rahibin gözleri. Nirvana’ya yaklaşan bir trans halinde(kimyasalsız), modern dünyadan kafası karışık bir adamla iletişim kurmuştu. Bir anda göz göze gelmişlerdi düşlerinde.

İkisi de gözlerini kaçırmayacak kadar meraklıydı. Modern zamanlardan kafası karışık adam, cevabını bilse bile işe yaramayacak sorular sormuştu işte. Yüksek mi yüksek bir dağ tapınağında meditasyon yapan Budist rahibi ile Tarrakası meşhur Konstantiniye’den hayalbaz bir adamçocuğun karşılaşmasıymış bu. Zamanın birbirinden çok farklı hızlarda aktığı bu iki mekan arasında birkaç dakikalığınına(yıllığına belki) bir pencere açılmıştı.

Pencerenin bir tarafında, bir dağ tapınağında korkuluklara dayanmış bir rahip dehşetli yüksekliğinden uçuruma doğru bakarken korkusuzdu. Uçurum da Budist rahibin derinliklerini görüyordu, ancak içini göstermekten korkusu yoktu rahibin. Ustaların ustası olmalıydı insan herhalde bu kadar içini uçurumlarda parçalaması için. Bakarken öyle açıldı işte pencere ve bir yüzle karşılaştı Budist rahibi.

Şehrin sarhoş edici gürültüsünden (bu gürültü içirirdi adama çünkü) kurtulmayı becerememiş ve evinin salonuna sığınmış birisi, zamanın Alice’in peşinden koştuğu tavşan kadar acayip aktığı o şehirden kaçmayı o kadar çok arzulamış ki, uzak ve bilinmeyen yerleri o kadar düşlemiş ki, önünde bir pencere açılmış.

Bu şehrin gürültüsü yüzünden sarhoş adam, Orhan Veli’nin sıkı şair ama aslında sıkı sarhoş olduğunu bildiği için rakı şişesinde balık olmayı düşlerken, pencerenin öbür tarafının daha iyi bir yer olması gerektiği hükmüne varmış. Nasıl bir akıl yürütme olduğunu ben bilmiyorum ancak başkası olsa iyimser diyebilirdi. Bu iyimserliği ile bazı sırları da öğrenmeyi bekliyormuş.

“Bu dünya da bir pencere, her gelen bakar gider.”

Ancak kelimeler, onlara yüklenen anlamlar, yüklenmeyen anlamlar yetmiyormuş derdini anlatmaya. Babil Kulesi’nin yıkılışından beri varmış bu duvarlar.

Budist rahip hem şaşıran hem hoşgören gözlerle susuyormuş Bu susuş ağırlaşıp, yoğunlaşıp etrafını sarmış modern zamanlardan kafası karışık adamın. Zaten tek kelime etmemiş Budist rahip. Peki, duymuş mu soruları? Ne gerekirmiş? Şans mı? Bilinmiyor.

Şehirler insanları kendilerine benzetirler. Kimini az kimini çok ama mutlaka kendine benzetirler. Bir elbise gibi geçiririz tenimize şehirlerin karakterini. Bu elbise kalınlaştıkça üstümüzde, gidemez oluruz başka bir şehre, giyemez oluruz başka bir elbise.

Bu elbise Budist rahibin üstünde kalın mı kalın olmuşken tüy gibi hafiftir aslında. Mekândan kendini soyutlayıp uzamda hareket edenleri görmeye başlamış üçüncü gözüyle. Çünkü beden kelimesi yoktur Çince’de. Onun yerine enerji derler. O yüzden Çin resim sanatında Nü yoktur.

Konstantiniye’de ise bu elbise ıslak ve küflü kumaşlar gibi yapışır insanın tenine. Komodo ejderlerinin yalayarak zehirleyip yavaş yavaş güçten düşürdükleri avları gibi, ağırlaştırır insanı.
Bu ağırlaşma bazen gerçek dünyadan koparır insanı, kurmacalara, hikayelere, bulanık hayallere daldırır. O karmaşanın tam ortasında, kasırganın gözü denilen yeri keşfedebilmiş ve bir pencere görmüştü kafası karışık adam.

Budist rahip gülümsüyordu belli belirsiz. Sanki bir daha hiç görüşmeseler de arkadaş olmuşlardı.

Kafası karışık, telaşlı halinden, aceleci ve basit kelimelerinden ve sonra cevap alamayışından utandı. Diyojen’in de söylediği gibi henüz susmasını bilecek kadar akıllı kimse yoktu.

Kafası karışık adam yavaş yavaş kendi içine doğru döndü. Kendi içi küçük ve gündelik değil, tuhaf ve gizemli düşüncelerle doluydu.

Budist rahibi ise gözlerini uçurumun dibine doğru tekrar dikince başka bir pencere açılacak gözlerinin önünde. Başka bir şehirde başka bir insan aynı hayallere dalmış, aynı şeylerden bıkmış biriyle, belki bir müebbet mahkûmuyla, göz göze gelecek.

Bu kadar karşılaşma, bu kadar pencere, cevabı yararsız sorular, kim olduğu muğlâk kişiler, tebdil-i kıyafette ferahlık, kentler ve insanlar, biraz garip değil mi bir yazıda? Pek değil.
Bu bir tanıma isteği. Sizi tanıma isteği…Bizi tanıma isteği…


Hiç yorum yok: