28 Ekim 2010 Perşembe

Bebek Çocuk Genç




Işıklar karardı. Hafif bir motor sesi duyulmaya başladıktan sonra insanlar peliküle yansıyan şekilleri fark etmeye başladılar. Birbiri içine giren renkler, değişik figürler insanın gözünü yoruyordu. Sonra renkler gitti, derin bir karanlığın ardından siyah beyaz bir görüntü gittikçe yakınlaşarak ekrana yansıdı.
Günün ilk ışıkları beyaz rengi diğer her şeyden (ki hepsi siyahtı) daha parlak göstermekteydi.

Bir oda, içine güneş doğan küçücük bir oda. Bir ağlama duyuldu sonra. Bir bebekti ağlayan ama çok gürültü çıkarmıyordu nasıl oluyorduysa. Sanki o az ses çıkarıyordu ama bizim kulaklarımız çok hassas olduğu için bağırıyormuş gibi….Sonra annenin kucağına verdiler çocuğu. Diğerleri o kutsal anı bozmamak için çıkmışlardı. El kadar bebek, daha dünyaya yeni gelmiş. Ne bilsin, kimi tanısın? Öyle kalabalık içinde yalnız, savunmasız… Sonra anne bebeğine bir şeyler fısıldadı, ağlaması kesildi bebeğin. Sonra kendini her zaman en güvende hissedeceği yere, annesinin kucağına, ilk kez yattı bebek. Anne anlatmaya başladı bebeğine onu ne kadar çok sevdiğini, onu hep koruyacağını. Güzelliklerden bahsetti.

Yağmuru anlattı, ıslak dokunuşundaki gizemi, insanın gökyüzüyle nasıl bir olduğunu, nasıl mutluluğu içtiğini yağan yağmurla. Sonra şemsiye taşıyan insanları anlattı. Gökyüzünden nasıl uzaklaştıklarını, nasıl yabancılaştıklarını… Sonra denizi anlattı. Yüzen insanlardan kaçmayan, onlara eşlik eden balıkları, altın gibi kumlara basmanın yakıcılığını Ağustos güneşinde. Hayatın başladığı yeri nasıl kirlettiklerini anlattı sonra.

Sevgiyi ve aşkı anlattı bebeğine. İnsanın nasıl sevince bulandığını, her şeye başka baktığını, herkesle kucaklaşma isteğini anlattı. Bebek gülüyordu. Ama anne kalpleri düşmanlıkla, hırsla dolu insanları anlatamadı… Savaşları, aç çocukları, kanlı pazarlıkları da anlatamadı.
Her şeyi iyi ve kötü yanlarıyla anlatacakken; kötülüğün bu kadar karanlık, bu kadar çok olduğu dünyada bunu nasıl anlatabilirdi o küçük masum bebeğine? Sonra hemşire geldi ve bebek ayrılıkla tanıştı. Nefesi kesiliyordu annenin bebeğini düşündükçe. O masum yavru bu dünyada yara almadan nasıl büyüyecekti?

Zaman görevini yerine getirirken anne bebeğinin üzerine titremekte ve onun nasıl hızla büyüdüğüne hayret etmekteydi. İlk kelimeleri ağzından döküldüğünde gözleri yaşardı annenin. Ama gözyaşları tuzlu ve acı değildi bu sefer. İçinde biriktirdiği umut her gün biraz daha artmaktaydı. Bebeği gün geçtikte büyüyordu. Anne onunla her gün konuşuyor, her gün başka bir güzellik anlatıyordu bebeğine.

Toprağı anlattı bir gün. Yağmurdan sonra kokan toprağı, insanın içine çekince nasıl hafifleyip, sevince kestiğini anlattı. Yaşam kaynağını, üzerine bastığı yeri öğrendi çocuk. Kahkahalarla gülüyordu her gün. Ama artık bir şeyler yolunda gitmiyordu. Artık annesi güzelliklerden daha az bahseder olmuştu. Yapması gerekenleri, karşılaşacağı değişik insanları anlatmaya başlamıştı. Çocuk her gün sanki annesinin anlattığı şeyler önemli değilmiş gibi onu dinlememeye başladı. O anlatırken çocuk güzel şeyleri düşlüyor, annesine ise dinliyormuş gibi gözüküyordu. Daha az konuşmaya başladılar çocuk büyüdükçe. Çocuk büyüdükçe anne susmaya başladı. Anne sustukça çocuk büyüyordu. Artık tüm zamanını oyunla geçiriyordu çocuk.

Bir gün oyun oynarken birden bir huzursuzluk kapladı çocuğun içini. Ağaçlara baktı, bir kuş havalandı siyah, döndü birkaç kez ve çocuk eve doğru koşmaya başladı. Düşüyor, kalkıyor, çakıllar ayağına batıyordu ama koşmaya devam etti. Açık kapıdan hızla içeriye daldı ama kimse yoktu. Her gün görmeye aynı yerde görmeye alıştığı, yoktu. Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Ne zaman gelse daha bahçeye girer girmez onu bekleyen annesini görürdü. Pelikülün sağ üst köşesinde makaranın bitmek üzere olduğunu gösteren işaret belirdi ve makinist yeni makarayı taktığında insanların siyah beyaza alışmış gözleri canlı renklere alışmakta zorlandı.

Güneşli bir mayıs sabahı bir kamyonda bir adamın kucağında gidiyordu çocuk. Hiç soru sormadı. Annesinin fısıltıları geliyordu kulaklarına. Büyüyorum diye düşünüyordu. Günler geçiyor, çocuk bir bir öğreniyordu çiçeklerin isimlerini. En çok Cezayir Menekşelerini seviyor, en çok onlarla konuşuyordu. Onlara yağmurdan bahsediyordu ki aslında bu çiçeklerin yağmuru ne kadar özlemiş olabileceğini düşündü. Saksıyı kaptığı gibi çıktı bahçeye. Toprağın en yumuşak olduğu yeri elleriyle kazdı. Menekşeleri yerleştirdi yavaşça ve sevgiyle örttü toprağı köklerin üstüne. İki gece sonra yağmur başlamıştı, pencereye vuran damlaların her biri ayrı bir ses çıkarıyordu. Havanın kararmış olmasına rağmen bahçeye çıktı. Çiçeklerinin yanına oturdu ve yağmuru dinledi. Hüzünlü bir şarkısı vardı yağmurun. Hüzünlü bir şarkısı vardı yağmurun. İçini çekti. Sonra sahneler yine hızlanmaya başladı.

Çocuğun genç bir delikanlı olduğu karelerde yeniden yavaşlamaya başladı.
İnsanların içindeydi artık çocuk. Sevdiği, sevmediği, tanıdığı, yabancı olduğu insanların arasındaydı. Bir akşamüstü eski dostu yağmur yine ona eşlik ederken, bir kız gördü çocuk. Midesi kasıldı kız ona “İyi akşamlar” diyince. Sonra eve gidip onu düşünür halde buldu kendisini. Sonra bir akşam daha, sonra her akşam aynı yerde buluştu kızla. Onu her görüşünde sanki içindeki büyük boşluk doluyordu ama yalnız kalınca o boşluk daha da büyüyordu.

Sonra bir gün âşık olduğunu anladığı zaman kahkahalarla gülmeye başladı. Tıpkı annesi ona aşkı anlattığı zaman olduğu gibi, sessiz kahkahalar. Sonra herkesi kucaklama isteği, ateşli bir hastalık geçirir gibi hep hayal görmeler ve aşkın o dayanılmaz acıları. Kaybetme korkusu, özlem… Bunların hepsine birden aşk deniyordu. Aşk tek başına değildi ki… Yağmurlu bir gecede paylaşılan duygular ve ömür boyu geçmeyecek kalplerin sızısı… Sonra kıza yağmurun şarkısını anlattı çocuk ve şemsiye taşıyan insanları da. Hayat insanlar için anlamsızlaşmaya başlamıştı. Güzellikleri paylaşmak yerine herkes tek başına her şeye sahip olmaya çalışıyordu. Ama genç, dünyaya yabancılaşmak, şemsiye taşıyan insanlardan olmak istemiyordu. Hayalleri vardı gerçekleştirmek istediği. Ama ayrılık… Ayrılık zordu. Ama aşkın bir sınava tabi olması değil miydi bu ayrılık? Zorluklar karşısında korunan umut, zor anlarda insanın içini aydınlatan bir çıkış yolu, tünelin ucunda varmak için çabaladığımız ışık seli… Aşk işte aşk. Hiçbir şey yapamayıp geri döndüğünüzde sizi ellerinde Cezayir Menekşeleriyle bekleyen, gülümseyen birini bulmak. Onun gözlerinde dünyayı görmek. Sade ama alabildiğine yıkanmış, temizlenmiş hüzünlü yağmur sularıyla…

Bunları hissediyordu genç ve böylelikle kendinde güç buluyordu gidecekken. Geride bıraktığı içini yakan ateşten hiç uzaklaşmayacağını biliyordu. Kısa sürecekti ama acıtacaktı ayrılık. Özledikçe daha çok sevecek, sevdikçe daha çok özleyecekti. Karşılıksız aşkı öğrenmişti genç. Sevdiği insana âşık olmayı öğrenmişti, onun görünüşüne ya da başarısına değil. Görünüşe âşık olsaydı, görünüş gibi duyguları da değişecekti, öyle olmadı. Başarıya âşık olsaydı, başarısızlık kapıyı çaldığında o gitmiş olacaktı, öyle olmadı. Hep sevgiyle ve sevdiğiyle kaldı uzakta olsa da.
Sonra bir gün hiç beklenmedik bir zamanda çıkageldi genç. Kızı kolundan tuttu, yürümeye başladılar. Kız soru sormadı. Sadece bir cümle çıktı gencin ağzından “Biz asla şemsiye taşımayacağız”. Yağmur başladı ve genç, kızın kulağına bir şeyler fısıldadı. Gözleri yaşardı kızın ama dökülen yaşlar tuzlu ve acı değildi hasret akşamları dökülenler gibi…

Işıklar yandığında insanlar bu duyguların perdeye aktarımı konusunda bir şey hatırlayamadıklarını fark ettiler. Sadece hissetmişlerdi. Perdede ne gördüklerini hatırlamıyorlardı, belki de bir aşkın iz düşümü yansımıştı, yarı gerçek senaryodan perdeye. Kim bilir?


18 OCAK 2004



Not: Güzel anneler ve güzel çocukları için...

Hiç yorum yok: