27 Ekim 2010 Çarşamba

Une Ville de Borderline

Arkalı önlü bir sayfaya kargacık burgacık yazısıyla sığdırdığı elveda mektubunu katladı. Toz yeşili bir zarfın içine koydu. Mektupta şunlar yazılıydı:


Sana nasıl veda etmiştim? Çenem titremiş miydi, gözlerimi kaçırmış mıydım? Gözlerinde onu aramaya çalışmadım, tüketmiştim umudu. Çocukça bir kabullenmezlik ile yetişkin mantığımın soğukluğu çarpışıyordu. Böyle anlar hep garip gelmiştir bana. Sonra ayrılıp yürümeye başlayınca hiç tanışmayacak iki yabancıya dönüşecek bedenlerimiz. Hatta birbirimize kin duyacağız. Yürütememekten, birbirimizi tüketmekten belki de…

Kaçınılmaz olana doğru baştan hepsinin farkında olarak başlamıştık. Aşk bir noktadan sonra tedavisiz bir hastalığa dönüşüyor. Kendini yok etmeye çalışıyor. İnanılmaz kaprislere gönüllü kulluk ederken buluyoruz kendimizi de garipsemiyoruz. Sevdiğimizi dönüştürüyoruz, ipleri elimizde bir kuklaya. Bir üçüncü kişi yaratıyor ve ikincinin yani kuklanın aslının aradan çıkmasını istiyoruz. Sonra da illet bir çocuk şımarıklığıyla kuklamızla oynamaktan sıkılıyoruz. Bu sefer aradan çıkardığımız o kuklanın aslını özlüyoruz. Özgüvenini itinayla yok ettiğimiz sevdiğimizi borderline’a doğru sürüklüyoruz.

 İşin ilginç yanı bunların hepsini bazen iyi olduğunu düşündüğümüz için yapıyoruz.

Yapayalnızlaşıyoruz. Umursamıyoruz. Birbirimizi yargılıyor ve idam ediyoruz. Birbirimize karşı acımasızca dürüstleşiyoruz. Sonra öfkeleniyoruz ve pişman oluyoruz. Unutuyor, hatırlıyor ve ağlıyoruz. “Aşk bir meydan savaşı.”  Evet, ama “Benim savaşmaya hiç niyetim yok”

Giderek kimin köle kimin efendi olduğunun karıştığı bir savaş sürüp gidiyor. Ve herkes arabesk acılar yaşamaktan mazoşist bir zevk alıyor. Gerçi insanlar aşktan çok daha az bahsediyor. Âşıkmış gibi yapmaya, kendini buna inandırmaya çalışsa da olmuyor, olmuyor. Kimsede on yedi yaşın çılgın cesareti kalmıyor. Okulda, evde, sokakta hızlıca törpüleniyorlar. Bütün sevgililerin birbirine aşkım demesi bu yüzden. Âşık gibi görünmek için.

Kimseye Don Kişot olmayı önermiyorum. Hayır, kimse başkasının adına aşk mektupları yazmasın Roxanne’e. Ama hayat bazen dar gelmiyor mu size de? Siz de kahramanın, aşığın ya da Tanrı’nın siz olduğunuz bir hikâye düşlemediniz mi? Ben de pek düşlemedim aslında, daha çok başka ülkeler düşlemiş insanların hikâyelerinde yer aradım kendime. Tutkuyla âşık olanları hayretle izledim. Şair-Şövalyeleri sevdim en çok.
(Sonunda unutmak gerekir)

Kız apartmana girerken Posta kutusundan aşağıya doğru sarkan toz yeşili bir zarf gördü. Aldı. Kendi adını okuyunca şaşırdı. Daha önce sevgilisinden hiç mektup almamıştı. Eve girdi. Koltuğuna uzandı. Zarfı açtı ve kargacık burgacık bir yazıyla yazılmış mektubu okumaya başladı. Mektupta şunlar yazılıydı:

Başladım. Sıkıldım. Bıraktım. Çağın kronik hastalığından muzdaripim. Gölge oyunları yaptım sonra, iyimser gölgeler düşürmek istiyordum kâğıdın üstüne. Yonca yaprakları, hanımeli kokusu ve serin bir esinti düşürmek istiyordum. Bir bulut kümesi, ağustos böceklerinin sesini ve günbatımının kızıllığını düşürmek istiyordum. Renkleri sayıp dökmek istiyordum. Denizin serinliğini ve tenimin yanıklığını düşürmek istiyordum. Fırında çipuranın buharını ve zeytinyağının akışkanlığını düşürmek istiyordum kâğıdın üzerine. Dalgaların fısıldayışlarını ve gök gürültüsünü düşürmek istiyordum. Ay ışığını ve ateş böceklerini düşürmek istiyordum.
Soğuk bir biranın devrilmesini ve buzun bardağa çarpmasını düşürmek istiyordum. Rüzgârın ıslığını ve yaprak hışırtılarını düşürmek istiyordum. Kabak çiçeği dolmasını ve ada çayını düşürmek istiyordum kâğıdın üzerine bir de turunç kokusunu. Bir tatil öyküsü yazmak istiyordum. Olmadı.
(Sonunda unutmak gerekir)

Kız mektubu zarfın içine koydu. Üstüne de yazdı. “Borderline Sevgilim”

1 yorum:

füsfüs dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.