10 Kasım 2010 Çarşamba

BOYACI





Herkes içerde oyunun başlamasını bekliyor. Yerlerine oturmuşlar, ışıklar kapanmış, kapılar da tabii. Ben ise dışarıda, hemen kapının yanındaki bir basamağa oturdum. Günbatımına, sanki eski nakkaşların gözlerini dinlendirirken baktıkları gibi, ufuk çizgisinin ötesinde boş bir noktaya bakar gibi, bakıyorum. Yanımda bir boya kabı, bir kova ve bir merdiven. Şimdi içeri girmezsem n’olur?


Merdivenler indim, yürüdüm okulun kapısına doğru. Kapıdan çıktıktan sonra anayolu geçtim, önce sağıma sonra soluma bakarak. Sonra soluma bakmayı, sağıma bakmaktan daha fazla sevdiğimi anladım. Deniz kıyısına vardıktan sonra artık karabataklara paralel yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra bir bakkaldan sigara aldım. Sonra sokaklarda kibritçi kızı aradım, ateşim yoktu çünkü. Aslında sigara da içmem. Ama kibritçi kızın gördüğü düşler girdi aklıma bir kere. Ben de bir sigara yakıp düşlere dalmak için aradım bulamayacağımı bile bile kibritçi kızı.

Bulamadım, ama sigaramı da yaktım. Bir anda aydınlandı ortalık. Yeşil üzerine beyaz ördek desenli bir simit, içinde de ufacık bir çocuk. Bir bacak boyunu geçmeyen derinlikte denizle boğuşuyor çocuk. O esnada hınzır bir dalga çocuğu simidiyle beraber ters döndürüyor. Şimdi kafası suyun içinde, ayakları da suyun dışında değil. Nefesi kesiliyor. Çırpınıyor. Beş yaşında bir kaşık suda boğulmamalıyım diye düşünüyor. O esnada ayak bileğini sıkıca kavrayan bir el onu baş aşağı sudan çıkarıyor. Uzun, delifişek, kır saçlı. Sigaram sönünce, hepsi kayboldu.

Hemen bir tane daha yaktım. Denizin üstüne doğru üflediğim duman uçuşurken rüzgârda, bir düş ortaya çıktı tekrar. Çocuk büyümüş birkaç yıl daha, yine deniz kenarında. Yanında mayosuna sıkıştırdığı beşli bir çaparisi de var. Beyaz tüylü iğneleri itinayla çaparinin tahtasına tutturulmuş. (Genelde istavrit avlamak için kullanılan beyaz tüylü çapari pek ala yem takılarak mezgit için de kullanılabilir.) Çok uzakta gibi gözükmüyor sandal, yüzebilirim diye düşündüğü için denize atlıyor çocuk.(Mayosuna çapari sıkıştırması da hep balık tutma merakından.)Yüzdükçe yaklaştığını hissediyor. Bir süre sonra ise sandalın düşündüğünden uzak olduğunu anlıyor. Ama geri dönmüyor. Ara sıra panik halinde korksa da kendini sakinleştirmeyi başarıyor. Karpuz kokusu hikâyesi geliyor aklına. Zeze de böyle yüzerdi hem de saatlerce diye düşünüyor. Sırtüstü dinleniyor biraz. Sonra kulaç atmaya devam ediyor. Bağırışları hiç duymuyor. 





Gücünün sonuna geldiğini ise sandala çıkmaya çalışırken anlıyor. Kenarından tuttuğu sandala bir türlü çekemiyor onu incecik kolları. Sandala çıkıp oturduğunda ise hemen, nefesi daha düzelmeden çaparisini çıkarıyor. Ama midesi bulanıyor, balık tutmak istemiyor. Varılan menzili değil gidilen yolu sevdiğini o zaman henüz anlamıyor tabi. İstediğinin peşinden gitmekte üstüne yok. Bütün iğneleri karışmış bir misinayla kocaman bir mezgit yakalıyor. Çocuğun hayatta yakaladığı en büyük balık bu. Yediyüzelli gram vardır diyorlar.

Sonra sigaram söndü. Bütün o denizler bakmakta olduğum denizdi. Kimsenin bakmadığı saatlerde içinde kimseye göstermediği harikaları barındıran bu pis deniz. Yeşil, mavi, lacivert ve geceleri ışıklı siyah. Ve yeni bir düşe dalmak için bir sigara daha yaktım. Bu sefer birisi çıkıp geldi dumanların içinden.

Birisi-Ne yapıyorsun burada?

Ben-Düş görmeye çalışıyorum.

Birisi-Sen düş gördüğünün farkında değil misin?

Ben-Hayır. Yani aslında herkes böyle şeyleri görmez mi?

Birisi-Bilmem. Ama her zaman görmez.

Ben-Peki, sen nasıl bir düşsün?

Birisi-Gerçek bir düş diyelim.

Ben-Peki ben şimdi o kapıdan girmezsem n’olcak.

Birisi-Bilmem.

Ben-Sen ne biçim bir düşsün böyle? Hiçbir şeye doğru düzgün cevap vermiyorsun.

Birisi-Ben aslında sana cevap vermeye gelmedim buraya. Öyle bir bakmak istedim, o kapıdan girmesen ne yapardın diye. Yani aslında sen beni düşünde görürken, ben de seni düşümde görüyorum.

Ben-Göldeki yansımasına aşık olan Narkissos gibi mi?

Birisi-Hayır. Narkissos’un gözlerinde kendini seyreden göl gibi.

Ben-Oscar Wilde’in sözlerini çalarsın demek.

Birisi-Evet. Diğer cevaplarımı beğenmedin, ben de hazırcevaplığı denedim.

Ben -Tamam artık. Ben sanırım seni pek sevmedim. Hadi git buradan.

Sigaramı söndürdüm. Artık kibritçi kızı aramaktan vazgeçtim. Nasılsa soğuk bir duvar dibinde bulup acırlar, yaşarken onun farkına varamayanlar. Neden sonra bu düşüncelerimin en başına geri döndüm. Şimdi ben bu kapıdan girmezsem n’olur. Ne yaparım ben elimdeki bu kova, boya kabı ve merdivenle. Bir de söylemeyi unuttum işçi tulumu var üzerimde.

Hayatımda hiç boya yapmadım.
Ama boyacıyım ben.
Hayır, bu baktığım denizin ve günbatımının olduğu yerde değil,
İçerde boyacı olurum ben.
Bütün ışıklar sönüp de herkes susunca,
Benim sıram gelince, boyacı olurum ben.
Peynir ekmek yiyip,
Türküler söylerim boyacı olunca ben.
Boyacıyım evet ama doktor da olabilirdim ben.
Evliyim ama aşık da olabilirim ben.
Ama hiçbiri de olmadım aslında ben.

Gözlerimi ufuk çizgisine dikmiş şu kapıdan girmesem nolur diye düşünürken, yani aslında bir dakikadan da fazla değil, yerimden kalktım. Nisan’ın son günüydü ve ben yorgun ve mutluydum. Onyediydim. O kapıdan içeri girdim, elimde merdiven, kova ,boya kabı. Bir de söylemeyi unuttum, şapkam ve rulo fırçamla. Usul usul yürüyorum hala.




Hiç yorum yok: