23 Aralık 2010 Perşembe

değiş-tokuş ya da terk-ediş

Telefonun alarmı çalmaya başlar başlamaz telaşla sıçradı yatağından. Banyoya koştu sıcak suyla bolca yıkamak için yüzünü. Çünkü daha birkaç saniye önce rüya görüyordu şimdi hatırlamasa da. Kendini korkmuş ve telaşlı hissettiğine göre pek de hayıra yorulacak bir rüya değildi. Dişlerini fırçalarken hep nedense gelecek hakkında düşünürdü. Sonra da düşüncelerinin hepsinin yüzüne tükürerek çalkaladı ağzını. Umursamamayı öğrenmiş sayılırdı.

Kimseye haber vermemişti gideceğini. O güne birçok insanla sözleşmişti. Farklı arkadaşlarla öğlen yemekleri ve akşam yemekleri yenilecek, kimisiyle içmeye gidilecek, kimisiyle tünelde çay içilecek. Sanki herkese haber vermeden gittiğini anlasınlar istiyordu. Ben gittim demek içindi bu kadar randevu. Bütün arkadaşlar onu aradılar. Ama aradıkları kişiye o an ulaşılamıyordu eğer mesaj bırakmak isterlerse...İstemediler. Diyecek bir şey yoktu ya da tam şimdi söylenmemeliydi.

Defterlerini aldı yanına. Birkaç parça giysi, işte o kadar. Anahtarını almadı yanına. Ayakkabılarını giydikten sonra sessizce açtı kapıyı, usulca çıktı. İçinden kapıyı hırsla çarpıp koşmak geliyorduysa da o hafifçe kapattı kapıyı. Ritmik bir şekilde merdivenlerden inmeye başladı. Geride bıraktığı her şeyi son defa gördüğünü biliyordu. Çünkü terkediyordu orayı.
Binanın dışına çıktığında hafiflediğini hissetti.

Bu eve dair yaşanmışlıkların hepsini unuttu.

Binanın kapısından adımını atar atmaz unuttu.

Kutulara koyup kaldırdığı anılarını, Bukowski şiirlerinin yanına astığı kendi mazeretlerini, unuttu.

Camlardan kustuğu öfkesini ve yorgan altlarına sakladığı korkularını unuttu.

Zaman zaman kurtulduğu bir kafesi unuttu mesela hem de kendi isteği ile kendini hapsettiği.

Işıkları ve kırık viski şişelerini unuttu sonra.

Ne çok unutuyordu.

Unuttuğunu bilmek güzeldi.

En güzelini unuttu sonra.

Sırtındaki tırnak izlerini unuttu bir de.

Titrek şaraplarla yapılan dansları da unuttu.

Giyilip çıkarılan şapkaların istisnasız hepsiyle,

çekilmiş fotoğraflarını da unuttu.

Karalanıp karalanıp bırakılmış sayfaları da unuttu.

Can simidi gibi sarıldığı romanları da unuttu.

Herkesin bildiklerini unuttu.

Kendi bilmediklerini de unuttu.

Başkalarının anılarını da unuttu, kendi hesabına.

Geçmişe dair bağlarını yapıştıkları yerden keserek kopardı.

Kestiği yerde kalan tortuları kazıdı.

Islak ve alkollü bir bezle sildi.

Şimdi yenilenmişti işte.

Ürktüğü ama farkında olmadan da ilerlediği bir yola doğru gidiyordu.

İnsanların daha bir içine mi karışıyordu ya da kendini onlardan soyutluyor muydu?

Bu garip bir soruydu.
Durdu ve geriye doğru baktı.

Birden geldiği yoldan geri sadece karanlık gördü.

O kapıdan çıkarken evi aydınlatan ışıklar karardı.

Sonra kapı karardı. Indikçe ardındaki merdivenler karardı.

Son kez gördüğünü bilerek bakıyordu gözleri.

‘’Bu özgürlük şarkılarını söylememize eşlik etmeyecek misin yoksa?’’ diye soran rastalı adam karardı.

Sonra piyano ve keman sesleri karardı.

Çocuk çığlıkları ve güvercinler karardı.

Kumarhaneler ve kavgalar karardı.

Dış kapının içindeki herşey karardı sonra.

Bir dış kapı kaldı.

Biraz uzaklaşınca dış kapı da karardı. Bir bina karardı. Artık yoktu.

İlerledi yolda. Kar başladı. Bütün karanlıkları kar yutmaya başladı. İşte o zaman belleğinden geriye kalan son iz olan o büyük karanlık, kar altında kalarak, geri gelmemek üzere gitmişti. Bembeyaz karın ortasında hiç kimsenin yakın olmadığı hiçbir şeyin canlı olmadığı bir kar çölünde durdu ve bekledi.

Kırmızı kiremitli masal evlerinin, yılbaşı süslerinin karla kaplandığı bir kuzey coğrafyasında başka birisi daha gidiyormuş kimselere haber vermeden. Sabah erkenden kalkmış. Yüzünü sıcak suyla yıkamış. Sonra aynaya hohlamış. Sonra koluyla silmiş ve gözlerine bakmış. Boş. Birkaç parça giysisi beresi atkısı ve deri eldivenleriyle hazırmış. Çantasını alıp çıkmış. Ne gidilecek bir yol ne uğruna ölünecek bir kadın varmış.

Ağzında bir ince sigara olan kovboyların ülkesine mi gitseydi acaba?

Yoksa sakin bir sahil kasabasında balık mı tutsaydı?

İsteyip de gidemediği bir ülkeye mi gitseydi yoksa istemeyip de gideceği bir ülkeye mi dönseydi?

En beklenmediği ise haymatlos olmaktı.

Herhangi bir coğrafyanın vatandaşı değil. Vatansız.

Bağsız.

Başına buyruk kelimesi kadar da küstah. Suratsız.

Ama çağıran bir şeyler var onu dünyanın başkentinde belki de.

Tarrakası meşhur hani.

Bu kadar seçenek kafasını karıştırdı. Sonra iki çok pencereli apartman arasındaki geniş yolda yürümeye başladı. Bütün camlar perdesizdi yolun iki tarafında da. İnsanlar ise tam o anda hayatlarının en önemli anlarını yaşıyorlardı. O ise hangi cama baksa bir yaşanmışlık giriyordu aklına.
Beşinci katın camından on yıllık bir pişmanlık süzüldü,

Geldi dördüncü kattaki küçük kızın yalnızlığına karıştı.

Üçüncü kattaki adamın çelişkisiyle, kadının serzenişi pişmanlıkla yalnızlığa katıldı.

İkinci kattan yılların alışkanlığı yuvarlandı kopmayan bağlarla birlikte,

Bir de alkollüyken yapılmış bir araba kazasının anısı yuvarlandı dışarıya.


Birinci katın camından bakınca, bomboş bir oda

Upuzun bir masa ve sigara içen bir kadın masada

Yerlerde akıntıya kapılmış giden küller sularda

En eğilip bükülen kelimelerden yapılmış bir avize tavanda

Kitaplar hep kemirilmiş masanın altında uzanmakta

Bunların hepsini hiç yaşamamış olmasına rağmen hepsi kendininmişçesine kaydetmişti gözleri. Pencereler bitince yolun sonu kararmaya başladı. Yürüdükçe arkası aydınlanıyor önündeki karanlık ise koyulaşıyordu. Ötesine geçmemesi gereken yeri çoktan geride bıraktığını biliyordu. Geri dönmeyecekti. İlerledi. Karanlıkta nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Yürüdükçe sakinleşti. Yavaşladı. Kar yağmaya başladı.

Kar çölünde bekleyen adam ile camların arasından geçen adam birbirlerini henüz görmemişlerdi ama birazdan karşılaşacaklardı. Herkes bir Borges hikayesi yazardı.

Birisi kendi belleğinden kurtulmuş kimliksizken diğeri ise başkalarının hayatlarını yaşıyordu. İkisi de kimseye haber vermeden bir anda geri dönmemecesine gitmişlerdi. Çünkü ne gidilecek bir yol ne uğruna ölünecek bir kadın vardı. İkisi bir kar çölünde karşılaştılar. Birbirleri ile valizlerini değiştirdiler. Belleğini karartmış ve karanlığını da karla yok etmiş adam, kimliksizliğini çıkarıp verdi başkalarının hayatını yaşayan adama. Başkalarının hayatını yaşayan adam da çıkarıp başkalarının anılarını ve hayatlarını verdi ona. Değiş tokuş tamamdı. Artık geldiklerı yere geri dönemezlerdi.

Kar çölünde bekleyen adam: Senin geldiğin yere gitsem?

Camların arasından geçen adam: Perdeleri açık kendileri kapalı. Gitme.

Peki ya senin geldiğin yere ben gitsem?

Kar çölünde bekleyen adam: Tarrakası meşhur. Taşı taş toprağı toprak. Gitme.

Ne geri dönebildi ikisi de ne birbirlerinin geldiği yere gittiler.

Dört yön vardı hala.

İkisi işe yaramaz durumda.

İki yeni yol hala var ama.

İkisi zıt ama yeni yönlerde yürümeye başladılar.

İkisi de hem haber vermeden gitmişlerdi hem de kimliklerini değiştirip
karda iz bırakmadan kaybolmuşlardı.

İkisi de sabah evden ekmek almaya çıkıyorum bile diyecek kimseyi
bulamadan aniden gitmişlerdi.

Şimdi yürürken görmüşler ikisini de.

Boş bir yolun ortasında yürüyorlarmış.

Konuşmadan hızlı hızlı yürüyorlarmış.

Bir rüyanın unutulmasıymış aslında bütün olanlar.

Birkaç dizeyle de hepsini anlatabilecek adamlar varmış

Bu onlardan değilmiş.

Hiç yorum yok: